15 Eylül 2009 Salı

ÜNİVERSİTE OKUMANIN FAYDALARI


Yıl 1996, aylardan Eylül. Fenerbahçe tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmış. Kuralar çekiliyor. Ben televizyon başında elimde takvim heyecanla bekliyorum. Niye mi? Çünkü Fenerbahçe’nin yanında bir de Juventus hayranlığı taşıyorum ve Eylül ayında umarım İstanbul’da Juventus ile oynamayız diye dua ediyorum. Çünkü üniversiteler Ekim’de açıldığı için ben Bursa’da oluyorum ve babamın en büyük zevklerinden biri benimle maç seyretmek. Bu durumda benim Bursa’dan İstanbul’a gitme şansım azalır. Neyse efendim kura çekimi başlıyor cam kaselerden toplar çıkıp özenle açılıyor, gruplar oluşuyor ve sonunda fikstür çıkıyor. Veee! Korkulan başa geliyor, Fenerbahçe İstanbul’daki ilk maçı 25 Eylül’de Juventusla oynuyor. Tam bir kabus. Babam akşam eve geliyor ve ilk cümle ‘Hadi iyisin Juventus maçında beraberiz’. Babam bu maça gitmek istediğimi çok iyi biliyor haliyle. Sonraki 1 hafta boyunca evde bir soğuk savaş başlıyor. Ama soğuk savaş sıcağa dönüşmeden bitiyor. Babam elinde maç için yeter miktar parayı bana uzatıyor. Hadi al da git diyor. Kafam bir üst kattan çıkacak gibi zıplıyorum. Benim için hayatın en önemli maçı neredeyse o anda. Beni İtalya ve Juventus hayranı yapan Paolo Rossi’nin takımı İstanbul’a geliyor ve ben onları seyretmeye gidiyorum. Boniek, Platini, Cabrini, Scirea benim küçüklüğümün Juve kahramanları ve şimdi Didier Deschamps, Zinedine Zidane, Alen Boksiç, Del Piero, Pessotto gibi önemli yıldızları canlı seyretme imkanı doğuyor.

Uzatmayalım maça dönelim. Maç günü erkenden uyanıyorum. Maça beraber gittiğimiz Ali arkadaşımı da sabahın kör saatinde uyandırıyorum. Gece 21:30’da başlayacak maç için sabah 06:15 vapuru ile Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçiyoruz. 07:00 sularında kulübün önündeyiz. Hava sıcaklığı güzel ama kapalı her an yağdı yağacak. Ama bunlar önemsiz o an için. Benim ayaklar mutluluk ve heyecandan yere basmadığından en azından ıslanma ihtimali yok. Üzerimizde kısa kollu gömleklerle 12.5 saat öncesinden stadın etrafını tavaf ediyoruz. İlerleyen saatlerde kafamıza ufak damlalar düşüyor ve kendimizi o zaman Kalamış Parkı’nda bulunan Sera kafeye dar atıyoruz. Bir müddet orada birşeyler içip gazete okuyoruz ve sağanak yağışın dinmesini bekliyoruz. Tabi bu maçın ayrı bir anlamı daha var. Ülkeme ilk kez elektronik bilet okuyan otomatik turnikeler gelmiş. Daha önce birbirimizin üzerine yığılaraktan giren bizler şimdi neyle karşılacağımızı bilmiyoruz. Ama işte bu anda üniversite okumanın faydalı bir şey olduğunu anlıyor ve biletlerimizin barkodlu kısmını ıslanmasın diye katlayıp uygun bir şekilde saklıyoruz. Gömlek cebinde. Biliyoruz ki o kısım önemli ıslanmamalı. Maç saati yaklaşıyor, kapılar açılıyor ve insanlar ilk kez bu sistemden geçmeye başlıyor. Daha doğrusu başlayamıyor. Çünkü yurdum insanı o biletleri yağmurda ıslatmış! Turnikeler okumuyor. İzdiham izdiham üzerine. Eski maratonun duvar dibinde insanlar dizilmiş biletleri sallayıp üfleyip kurutmaya çalışıyorlar. Hem kurutuyorlar hem de zamanın başkanı Ali Şen’e sövüyorlar. ‘Biz bu maça giremeyelim de bak o zaman bu biletleri biiiiiiiiip’ şeklinde günün anlam ve önemine uygun cümleler sarfediyorlar. Biz ise kuru biletlerle, sırtı kuru karnı pek bir şekilde içeri giriyoruz. İçeride ilk ağzımdan çıkan ‘ulan sırf şunun için bile üniversite okunur’ oluyor.

Zaman ilerliyor, maç saati yaklaşıyor, Juventus 45dk önceden zemini ve tribünleri kontrol için tünelde beliriyor. O anda müthiş bir uğultu kopuyor. Bütün stad Juventus’a tezahürat yapıyor, Juventus’lu oyuncular şaşkın şaşkın tribünlere bakıyor. Bir süre sonra taraftarları alkışlıyorlar. Ama bu işte bir sorun çünkü tezahürat Juve lehine değil aleyhine. Tezahürat ne mi? Valla site kapanır diye korkuyorum ama zamanın tüm tribünleri tarafından ahenkle söylenen ‘ İ..e Juventus'a kafaaaam g......’ diyerek hep birlikte eğiliyor stad. Meğer Juventus’lu oyuncular kendi büyüklükleri önünde eğiliyoruz ve bunun için tezahürat yapıyoruz sanıp duygulanıp bizi alkışlamışlar. Ah bir bilseler ne dediğimizi halbuki. Sonrasında stadın ışıkları kesiliyor ve maytaplar eşliğinde Queen’den ‘We are the Champions’ şarkısı söyleniyor, herkes maçı içinde yaşıyor adeta. Tabi cümbüş şenlik, maytaplar derken maç başlıyor. Kalede Rüştü geride bir çırpıda ağızdan çıkan savunma İlker-Uche-Hogh-Erol, Tayfun-Kemalettin-Okocha-Bülent, Kostadinov ve Boliç ilk onbirdi yanılmıyorsam. Fena başlamamıştık maça Kostadinov’un net bir gol kaçırdığını hatırlıyorum. Ama Hogh’ün savunmadan çıkarken kaptırdığı top, Del Piero’nun Boksiç’e topu uzatması ve 22. dakikada güzel hayalin sona ermesi ve maçın kalanında sonucun değişmemesi ile 1-0 kaybediyoruz Juventus’a. Üzücü bir durum ama ben hayatında ilk kez şampiyonlar ligi maçı ve hem de Juventus’a karşı oynanmış bir maçın keyfi ile ayrılıyorum. Sanırım hayatımda ilk kez Fenerbahçe’nin bir mağlubiyeti beni üzmedi. Ama finalde Dordmund’a uzatmalarda 3-1 ile verilen maç beni daha çok üzdü. Yenildiğimiz takım şampiyon olmalıydı.

Bir de bunun rövanşı oldu. Hatırlayanlara Benhur, Tuncay ve Saffet Sancaklı ile Torino’ya galibiyete gidişimiz var ki ondan bahsedip bu güzel yazıyı mahvetmeyeyim.
Buradan Ali Bora Baş arkadaşıma sevgilerimi gönderiyorum ama sabahın köründe kaldırdığım için söylenmelerini unutmuş da değilim hani.
Kalın sağlıcakla

0 yorum:

Yorum Gönder

  © Blogger templates 'Neuronic' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP