18 Eylül 2009 Cuma

FENERBAHÇE:1 FC TWENTE:2

Nasıl bir yazı olacak bende merak ediyorum aslında çünkü yazacaklarım da en az dün sahadaki çubuklular kadar karışık olacak sanırım. Öncelikle bu ciddiyetsiz ve laubali oyundan başlamak lazım. Pazar günkü Bursa maçındaki takım nasıl oluyor da 4 günde bu denli değişebiliyor pek akıl işi değil. Takımın yorgun olması vs anlamsız çünkü Bursa maçında ekonomik olmak kaydıyla rakipten bir fazla mücadele ettiler, öyle kora kor bir maç olmadı. Kaldı ki 4 gün geçti aradan dinlenmek için yeterli süre vardı. Tek açıklama laubalilik ve umursamazlık. Emre maç sonu soyunma odasında neler yaptı neler dedi cidden merak ediyorum.


Ayrıca merak ettiğim diğer bir konuda takımda Carlos diye dünya yıldızı kariyeri sayfalara sığmayacak bir oyuncu var. Yaşı biraz geçgin, maç başına 15km koşmasını yada üst düzey performans göstermesini beklemiyorum. Ama bu tarz ölü doğum olacağı görülen vakalarda neden müdahale etmez. Biri mi engeller kendisini yoksa içinden mi gelmemektedir. Kazım diye bir rapçi var sahada futbolcu demeye dilim varmıyor, tahammülü zor biri, asap bozucu, insanın sinirlerini paralize ediyor resmen tribünde. Baktın Daum'da müdahale etmiyor. Bu laubalilik de ortadayken Carlos maçın ortasında bu çocuğa güzel bir Osmanlı tokadı aşketse ne olurdu? Biraz itiş kakış olur aralarında, ayırırlar netekim. Daum Kazım'ı oyundan alır, Kazım tesisleri terkeder, F.Bahçe kariyeri biter ama adam olurdu en azından, gideceği yeni takımında yeni bir tokat yememek için çabalardı belki. Hiç bir eğitmenden yada hayat danışmanından alamayacağı dersi almış kolur kendisi de kurtulurdu. Tabi bu ekstrem bir örnek ama Kazım'ı, Guiza'yı, Cristian'ı ciddi bir şekilde uyarabilirdi. Takım da silkelenirdi belki. Belki o zaman Carlos maçı tek başına almış olurdu ama o oyundan çıkarken antrenörünün elini sıkıp yanına bile gitmeye gerek duymadı. Bence artık Carlos F.Bahçe'deki misyonunu da tamamlamış görünüyor.

F.Bahçe'nin elinde yeterli malzeme var bunu biliyoruz ama bu maç disipilini konusunda neler yapılabilir ciddi şekilde üzerinde düşünülmeli. Özer, Mehmet, Semih belli bir düzende takıma adapte olmalı. Çünkü takım sabit 11'i ve yedekleri belli bir şekilde ilerliyor ve bu zaman içinde ciddi motivasyon ve kan kaybına yol açacak bu göründü artık. Eski illet yeniden hortlayacak gibi sanki. Umarım yanılırım.

Bu şartlar altında derin bir analize de gerek kalmıyor haliyle. Çünkü olması gereken temelin üzerine teknik-taknik konuşmak-yazmak uygun olur. Herşeye rağmen öne geçilmiş bir maç ve Lugano'nun fuzuli yere yerini kaybedip orta alana basmaya gitmesi, takım 10 kişiyken boş alanda (Lugano'nun olması gereken yerde) Nkufo ile gol yendi ve bir çuval incir berbat oldu.
Tac atan bile çoğu zaman boş oyuncu bulamadı. Hadi 3'lü 4'lüyü geçtim bir ikili pas bile yapacak adam yardıma gitmedi.

Bir not da taraftarlara olacak aslında. Ama bu notumu ilerleyen günlerde bir yazı ile birleştireceğim. Çok methedilen desibel rekorları kıran Beşiktaş tribünleri dahil hemde. Tarafar tribünde takımına yardımcı olmuyor. Sadece desibel yaratıp kendi egosunu tatmin ediyor. Ne bir hakeme baskı, ne bir rakibe baskı ne de takıma destek. Tamam şarkı türkü söylemek güzel ama rakibe sövmek yada, yan yana iki tribünün avazları çıktığı kadar karşılıklı bağırmaları takıma destek olmuyor. Futbolcular bunları duymuyor bile. Biraz İngiliz taraftarları örnek almalıyız ülke olarak.

Sonuçta en ciddi rakibe karşı kaybedilen 3 puan. Bu dezavantajı avantaja çevrmek için Steaua'yı içeride dışarıda yenmek lazım. Ama bu oyunla değil tabi ki. Takımı sinüs eğrisi performans diyagramından kurtarmalı Daum-Aykut iklisi. Yoksa arkadan bir de G.Saray performans etkisi geliyor ki esas takımı düşürecek etki bu olacak ilerleyen günlerde.

MAÇIN ADAMI: Artık o kadar yolu tepip maça giden ve Guiza le Kazım'dan daha çok terleyen Bendeniz bu satıra girmeyi haketti.
MAÇIN POZİSYONU: Semih'in kenarda ısınırken ki yüz ifadeleri. Görülmeye değerdi.

MAÇIN HATASI: Guiza ve Kazım'ı 82 dakika sahada tutmak.

MAÇIN ŞUTU: Topuz'un nefis golü.

MAÇIN HAKEM HATASI: 5 hakemle oynanan Twente kalecisinin en az 10 dakika çaldığı maçta bir sarıyı çok görmesi.

16 Eylül 2009 Çarşamba

HAKEMLER ve TEKNOLOJİ


Hafta sonu özellikle Bursaspor-Fenerbahçe maçında yaşanan olaylar gündeme oturdu. Kimi yorumcu Deniz Çoban'ı formasını korumamakla, şeker gibi dağılmakla suçladı, kimisi futbolcuları haklı gördü, kimi federasyona çattı. Ama sonuç değişmedi. Ancak akılda kalanları fikir refahlığı içinde yorumlarsak bazı çıkarımlar elde edebiliriz.

Öncelikle hareket noktamız futbolcunun da hakemin de insan olduğu ve hata yapma olasılığını bilmek olmalı. Hakemin yanlış karar verebileceği gibi oyuncunun da maçın yorgunluğu ve gerginliği ile süt dökmüş kedi gibi olmasını da beklememeliyiz. Saniyeler içinde gol atılan ve saliseler içinde karar verilen ve spor oyunları içinde yönetilmesi en olanından bahsediyoruz. Hakemin önü kapalı olabiliyor, kontra 70 metre topla pozisyondan uzak kalabiliyor, futbolcunun cinliğine kendisini atmasına kanabiliyor vs vs. Ancak bu gibi pozisyonlarda yanlış karar vermek hakemi etki altında bırakıp maçın kalanını o pozisyona takılı olarak yönetmesine sebep olduğu gibi oyuncuları da mal bulmuş mağribi gibi hakemin üzerine çullanmasına da sebep oluyor. Ben Deniz Çoban'ın Fenerbahçe maçında gerçekten kötü bir yönetim gösteridiğine inanıyorum ama bunları asla kurgulanmış bir senaryo dahilinde yapmadığını da biliyor ve hissediyorum. Ama gerçekten de facia hatalar yaptı ve bir anda kendisini Erman'ın dan Ahmet'ine, Bülent'inden Şansal'ına kadar hepsinin kucağında buldu. Lugano'ya çıkan kartı ağır buldum. Gökhan, Alex ve Guiza'ya çıkan kartların şekli haklı ancak hepsinin pozisyon başlangıcındaki kararları hataydı. Bu hatalar oyuncuların abartmaları ile sarıyı getirdi. Sorun da bu noktada başladı zaten. Hakem de bu pozisyonlara takılı kaldığı için Erman'ın ve Hıncal'ın borozanlığını yaptığı ikinci kırmızılar çıkmadı. Bu kırmızılar o gün F.Bahçe değil G.Saray'da olsa çıkmayacaktı.

Bu tarz durumlarda hakemlerin rahatlatılması lazım. Bunun içinde basketboldaki sistemin futbola uygulanması lazım artık. Platini bir dolu reform uygularken bunu da uygulayabilecek cesareti göstermeli. Yani yardımcı ve ortanın cidden aynı anda anlaşamadığı pozisyonlarda kameradan görüntü izlenmesine izin vermeliler -taca çıkan topu da değil-. Kimileri futbolun doğasına aykırı diyor ancak asla katılmıyorum. 30 sene önce kaleciler eldiven de giymiyordu, gazeteciler sahaya da dalıyordu. Hakemlerin güvenini yeniden kazanması ve oyunun sağlığının devam etmesi, takımların mağduriyetinin engellenmesi için bu şarttır. Madem karşı olunuyor bu sisteme o zaman maç sonrasında görüntülerle de ceza verilmesin. Ne farkı kaldı ki? Şampiyonlar Ligi son eleme maçında Celtic karşısında Eduardo kendini yere attığı için hakemin haksız penaltısı ile Arsenal maçı alıyor sonra UEFA bu oyuncuya görüntülere bakarak 3 maç ceza veriyor. Ne anlamı kaldı bunun o zaman? Rakip mağdur oldu. Hakem mağdur oldu. Oyuncu da mağdur oldu. Taraftarlar zaten mağdur oldu. O anda kararsız kaldıysa hakem bir görüntü ile Eduardo'ya sarıyı çıkartır endirekt vuruşla oyunu başlatırdı. Biz de bu satırları yazmak durumunda kalmazdık. Ayrıca hakem yakalamayadığı için Eduardo sarı kart yerine 3 maç ceza almış oldu. Bu adil mi sizce? Evet atmasaydı kendini, bak ne güzel ibret olur denebilir. Ama öğrencinin kopya çektiğini öğretmen yakalarsa sınavdan sıfır alır mı? Alır. Peki sınav kağıtlarını okurken bu şüpheye düşse ve doğruluğu ortaya çıksa yine sıfır alır mı? Alır. Durum aynı. Yada hayatın herhangi bir diliminde benzer örnekleri düşünün. UEFA hak dağıtırken haksızlık yapıyor. Görüntüyü yasaklarken yasağı kendi deliyor.

Son Türkiye-Sırbistan basketbol maçında son saniye basketi verilmedi ve görüntülere bakarak iptal edildi. Futbolda böyle bir şansınız var mı? Basketbol 360 metrekarede 10 sporcu ile oynanan ve 3 hakemin de sürekli maçın ve alanın içinde olduğu bir sporken Futbol 5000 metrekarede 22 kişi ile oynanan ve 3 hakemden sadece 2'sinin oyunun içinde olduğu bir oyun.

Teknolojiyi bu spora sokmadıkça daha çok milyon dolarlar heba olur, çok hakemler ölüm tehdidi ile görevlerini bırakıp evlerine kapanırlar ve daha çok Erman'a Hıncal'a konu veririz.

15 Eylül 2009 Salı

BEŞİKTAŞ:0 MAN.UNITED:1


İlk söylenecek şey Beşiktaş'ın mücadelesi olacak sanırım. Aslında hafta sonu oynanan Bursaspor-Fenerbahçe maçının bir benzeri oynandı. Maç boyunca Beşiktaş kaleci Foster'ı rahatsız edecek tek pozisyon bile yaratamadı. Manu Beşiktaş'ı kalenin olabildiğince uzağında tuttu. Beşiktaş göbekten delemediği Manu'yu kanatlardan vurmaya çalıştıysa da dip çizgiye inmesine de kademeli savunmayla izin vermediler. BJK'nin ise tüm maç boyunca tek yaptığı ceza sahasına uzak noktalardan yaptığı şişirme toplarla gol aramak oldu. Daha doğrusu buna zorlandı. Beşiktaş'ta ciddi şekilde bir orta saha organizasyon ve oyun zekası sorunu var. Bunun mevcut kadro ile çözülmesi biraz zor görünüyor. Tabata ve Yusuf Arda-Kewell yada Emre-Alex ikililerinin yapacağı işleri yapamazlar. Fink-Ernst ikilisi ise bu dehaya gösteremez. Bu şartlarda ileride kimi oynatırsa oynatsın Denizli geriden gelecek desteği olmaksızın ne Nobre'yi ne de Bobo'yu kullanabilir. Kaldı ki elde Guzia yada Nonda-Baros gibi bir nokta golcüsü de yok.

Beşiktaş'ın şu ana kadar ki gol kısırlığının sebebi de burada yatıyor.

Beşiktaş'ı gerçekten ligde ve Avrupa'da zor günler bekliyor. Bu gidiş geçen yılki F.Bahçe yada G.Saray etkisi yapıp çok erken havlu attırır.

Manu ise Ronaldo'yla beraber havasını da kaybetmiş. Nani yada Rooney bu havayı geri getirebilecek gibi durmuyor.

Gruptaki diğer maçta Wofsburg'un CSKA'yı 3-1 yenmesi de BJK için dezavantaj oldu. Şimdi gidilecek CSKA deplasmanından alınacak bir beraberlik BJK'nin lige tutunmasını sağlar olası bir mağlubiyet ise CL'de bir son demek olur. Bu kadar erken biter mi? kendi sahanda aldığın bir mağlubiyet ve en nemli rakibe karşı alınacak bir mağlubiyet bence tüm umutları tüketir.

Denizli 7 puan alan gruptan çıkar dedi. Ama bu grupta ciddi çarpışmaların olması anlamına gelir ki ben o kadar iyimser olamayacağım. 7 puana varmak için deplasmandan minimum 1 puan çıkarmak lazım artık. Bu sebeple CSKA deplasmanının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.

ELVEDA ANKARASPOR


Eğer Tahkim'e başvurulmaz yada başvurulsa da reddedilirse dosya Ankaraspor 2. Lig'e düşmüş olacak. Hacettepe'den sonra Ankara bir takımını daha kaybedecek. Ankaragücü yada Ankaralıların bunu bir sorun olarak gördüklerini ve acı çektiklerini düşünmüyorum açıkçası. Zaten öngördükleri bir şeydi. Bir nevi gayrıresmi birleşme gerçekleşti ve Gökçek ailesi Ankaragücü'ne sızmış ve şehir üzerinde siyasi nüfuzlarını artırmış oldular. Ankara için zaten 3 takım dahi fazlaydı şimdi istedikleri dengeyi de yakalamış oldular. Ankara'nın düşürülmesi haklı yada haksız o konuya girmeyeceğim. Ama olayı şu örnekle kuvvetlendireceğim.

Yıl 2007. Fenerbahçe'nin 100. yılı kutlanıyor. Transfer sezonunun bitmesine 1 gün kalmış. Birden Sivas'tan Balili, M.Yıldız, Hayrettin, Musa Kuş herhangi bir bedel olmadan Fenerbahçe'ye geçiyor. Yada İlhan Cavcav G.Birliği'nden 4-5 oyuncuyu G.Saray'a veriyor. Ortalık nasıl karışırdı bir düşünün. Takımlar ne pankartlar açar gazeteler neler yazardı. Tabi konu zararsız Ankara takımları olunca konu manşetlere taşınmadı. Bu durumda rekabetten söz edilebilir mi? Bırakın Ankaraspor maçlarının şaibeli oluşunu, F.Bahçe Özer'e 4.5 milyon euro vermekle enayi olmuş olmuyor mu? Bak A.Gücü bedava aldı hepsini. Bu bile tek başına haksız rekabettir.

Bu sebeple alınmış olan kararda Federasyonu destekliyorum. Bu tip ucuz kahramanlıklar ortamda vücut bulmamalı.

Başta dediğim gibi Ankara ve Gökçek ailesi için bunun hiçbir önemi yok zaten taraftarı olmayan olmayan gariban bir takımdı Ankaraspor ve gözden çıkarılmıştı. Göstermelik Tahkim'e başvurmalar göreceğiz artık. İsmine üzülüyorum Ankaraspor'un sadece o kadar. Yakında Ankaragücü'nün başındaki MKE yerine Belediye ismi de gelirse şaşırmam.

ÜNİVERSİTE OKUMANIN FAYDALARI


Yıl 1996, aylardan Eylül. Fenerbahçe tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmış. Kuralar çekiliyor. Ben televizyon başında elimde takvim heyecanla bekliyorum. Niye mi? Çünkü Fenerbahçe’nin yanında bir de Juventus hayranlığı taşıyorum ve Eylül ayında umarım İstanbul’da Juventus ile oynamayız diye dua ediyorum. Çünkü üniversiteler Ekim’de açıldığı için ben Bursa’da oluyorum ve babamın en büyük zevklerinden biri benimle maç seyretmek. Bu durumda benim Bursa’dan İstanbul’a gitme şansım azalır. Neyse efendim kura çekimi başlıyor cam kaselerden toplar çıkıp özenle açılıyor, gruplar oluşuyor ve sonunda fikstür çıkıyor. Veee! Korkulan başa geliyor, Fenerbahçe İstanbul’daki ilk maçı 25 Eylül’de Juventusla oynuyor. Tam bir kabus. Babam akşam eve geliyor ve ilk cümle ‘Hadi iyisin Juventus maçında beraberiz’. Babam bu maça gitmek istediğimi çok iyi biliyor haliyle. Sonraki 1 hafta boyunca evde bir soğuk savaş başlıyor. Ama soğuk savaş sıcağa dönüşmeden bitiyor. Babam elinde maç için yeter miktar parayı bana uzatıyor. Hadi al da git diyor. Kafam bir üst kattan çıkacak gibi zıplıyorum. Benim için hayatın en önemli maçı neredeyse o anda. Beni İtalya ve Juventus hayranı yapan Paolo Rossi’nin takımı İstanbul’a geliyor ve ben onları seyretmeye gidiyorum. Boniek, Platini, Cabrini, Scirea benim küçüklüğümün Juve kahramanları ve şimdi Didier Deschamps, Zinedine Zidane, Alen Boksiç, Del Piero, Pessotto gibi önemli yıldızları canlı seyretme imkanı doğuyor.

Uzatmayalım maça dönelim. Maç günü erkenden uyanıyorum. Maça beraber gittiğimiz Ali arkadaşımı da sabahın kör saatinde uyandırıyorum. Gece 21:30’da başlayacak maç için sabah 06:15 vapuru ile Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçiyoruz. 07:00 sularında kulübün önündeyiz. Hava sıcaklığı güzel ama kapalı her an yağdı yağacak. Ama bunlar önemsiz o an için. Benim ayaklar mutluluk ve heyecandan yere basmadığından en azından ıslanma ihtimali yok. Üzerimizde kısa kollu gömleklerle 12.5 saat öncesinden stadın etrafını tavaf ediyoruz. İlerleyen saatlerde kafamıza ufak damlalar düşüyor ve kendimizi o zaman Kalamış Parkı’nda bulunan Sera kafeye dar atıyoruz. Bir müddet orada birşeyler içip gazete okuyoruz ve sağanak yağışın dinmesini bekliyoruz. Tabi bu maçın ayrı bir anlamı daha var. Ülkeme ilk kez elektronik bilet okuyan otomatik turnikeler gelmiş. Daha önce birbirimizin üzerine yığılaraktan giren bizler şimdi neyle karşılacağımızı bilmiyoruz. Ama işte bu anda üniversite okumanın faydalı bir şey olduğunu anlıyor ve biletlerimizin barkodlu kısmını ıslanmasın diye katlayıp uygun bir şekilde saklıyoruz. Gömlek cebinde. Biliyoruz ki o kısım önemli ıslanmamalı. Maç saati yaklaşıyor, kapılar açılıyor ve insanlar ilk kez bu sistemden geçmeye başlıyor. Daha doğrusu başlayamıyor. Çünkü yurdum insanı o biletleri yağmurda ıslatmış! Turnikeler okumuyor. İzdiham izdiham üzerine. Eski maratonun duvar dibinde insanlar dizilmiş biletleri sallayıp üfleyip kurutmaya çalışıyorlar. Hem kurutuyorlar hem de zamanın başkanı Ali Şen’e sövüyorlar. ‘Biz bu maça giremeyelim de bak o zaman bu biletleri biiiiiiiiip’ şeklinde günün anlam ve önemine uygun cümleler sarfediyorlar. Biz ise kuru biletlerle, sırtı kuru karnı pek bir şekilde içeri giriyoruz. İçeride ilk ağzımdan çıkan ‘ulan sırf şunun için bile üniversite okunur’ oluyor.

Zaman ilerliyor, maç saati yaklaşıyor, Juventus 45dk önceden zemini ve tribünleri kontrol için tünelde beliriyor. O anda müthiş bir uğultu kopuyor. Bütün stad Juventus’a tezahürat yapıyor, Juventus’lu oyuncular şaşkın şaşkın tribünlere bakıyor. Bir süre sonra taraftarları alkışlıyorlar. Ama bu işte bir sorun çünkü tezahürat Juve lehine değil aleyhine. Tezahürat ne mi? Valla site kapanır diye korkuyorum ama zamanın tüm tribünleri tarafından ahenkle söylenen ‘ İ..e Juventus'a kafaaaam g......’ diyerek hep birlikte eğiliyor stad. Meğer Juventus’lu oyuncular kendi büyüklükleri önünde eğiliyoruz ve bunun için tezahürat yapıyoruz sanıp duygulanıp bizi alkışlamışlar. Ah bir bilseler ne dediğimizi halbuki. Sonrasında stadın ışıkları kesiliyor ve maytaplar eşliğinde Queen’den ‘We are the Champions’ şarkısı söyleniyor, herkes maçı içinde yaşıyor adeta. Tabi cümbüş şenlik, maytaplar derken maç başlıyor. Kalede Rüştü geride bir çırpıda ağızdan çıkan savunma İlker-Uche-Hogh-Erol, Tayfun-Kemalettin-Okocha-Bülent, Kostadinov ve Boliç ilk onbirdi yanılmıyorsam. Fena başlamamıştık maça Kostadinov’un net bir gol kaçırdığını hatırlıyorum. Ama Hogh’ün savunmadan çıkarken kaptırdığı top, Del Piero’nun Boksiç’e topu uzatması ve 22. dakikada güzel hayalin sona ermesi ve maçın kalanında sonucun değişmemesi ile 1-0 kaybediyoruz Juventus’a. Üzücü bir durum ama ben hayatında ilk kez şampiyonlar ligi maçı ve hem de Juventus’a karşı oynanmış bir maçın keyfi ile ayrılıyorum. Sanırım hayatımda ilk kez Fenerbahçe’nin bir mağlubiyeti beni üzmedi. Ama finalde Dordmund’a uzatmalarda 3-1 ile verilen maç beni daha çok üzdü. Yenildiğimiz takım şampiyon olmalıydı.

Bir de bunun rövanşı oldu. Hatırlayanlara Benhur, Tuncay ve Saffet Sancaklı ile Torino’ya galibiyete gidişimiz var ki ondan bahsedip bu güzel yazıyı mahvetmeyeyim.
Buradan Ali Bora Baş arkadaşıma sevgilerimi gönderiyorum ama sabahın köründe kaldırdığım için söylenmelerini unutmuş da değilim hani.
Kalın sağlıcakla

13 Eylül 2009 Pazar

BURSASPOR:0 FENERBAHÇE:1


Fenerbahçe belki de sezonun en zor deplasmanından galibiyetle ayrıldı. Çok ihtişamlı bir oyun oynamadılar. Ancak nasıl oynanması gerekiyorsa o şekilde oynadılar. Milli maçtan yorgun çıkan Türkler ve G.Amerika'dan gelen 'jet-lag' etkisindeki Santos, Lugano faktörü, perşembe günü oynanacak önemli Twente maçına ve sezonun en formdası Emre'nin yokluğunu da eklersek oldukça ekonomik ancak Bursaspor'a nazaran yine de bir adım daha fazla mücadele ederek oyunu tamamladılar. İlk yirmi dakika olması beklenen sert ve baskılı Bursa oyununu savunmada alan daraltıp, bol yardımlaşmalı oyunla Bursa'ya pozisyon vermeden tamamladılar. Sonrasında oyunun kontrolüne eline aldılar ve maçı Fenerbahçe istediği gibi oynadı ve tamamladı. Maçı çok daha farklı kazanabilirdi ama özellikle Guiza ve Kazım'ın bencil oyunları buna izin vermedi.

Daum sezon başında kafasından geçirdiği oyun planını her geçen gün daha iyi yerleştiriyor ve lige daha iyi ısınıp konsantre oluyor. Maç boyunca oyuna müdahaleleri ve oyuncu değişiklikleri çok yerindeydi. Ancak Guiza yerine Semih'in girmemesini yadırgadım.

Fenerbahçe'yi geçen sezondan ayıran en büyük özellik ciddiyet ve kendilerine olan saygıları. Henüz tam hazır olduklarını yada %100 kapasite ile oynadıklarını söylemek mümkün değil ama eldeki mevcut kapasiteyi yeşil sahaya dökmeye gayret ediyorlar.

Bu sezon Fenerbahçe'nin en büyük eksiği ve Avrupa'da ilerlemesine mani olacak pozisyon sanırım golcü olacak. Guiza her ne kadar sezona iyi başlasa da (attığı goller olarak) goller harcinde takıma uyum sağlamakta hala zorluk çekiyor. Sezon başından beri girilen gol pozisyonu olarak G.Saray'dan fazla olunsa da verimlilik düşük. Daum'un Semih'i birinci golcü olarak düşünmediğini bildiğimize göre sanki devre arasında gidecek olan Carlos'un yerine bir sol bek değilde golcü alınsa daha faydalı olacak gibi. Çünkü elde Vederson ve Santos'un esas yerleri sol bek. Eldeki Deivid ve Uğur'da sol açık olabileceğine göre F.Bahçe'nin sol kanat sorunu yok. Devre arası ligi devam eden Brezilya'dan (alışkanlıkları bozmamak gerek) iyi bir golcüyü çok rahatlıkla getirebilirler. Vederson üzerinde duruldukça çok faydalı bir oyuncu kaldı ki milli takım için dahi düşünülebilir. F.Terim'in sol bek kıtlığı içinde dikkatine sunulur.

Mehmet Topuz oynadığı ilk maçta oldukça başarılıydı ve uzun periyot içinde çok faydası dokunacak bu belli. Hatta bazı maçlarda Cristian'ın yerine oynayarak yabancı kontenjanını rahatlatabilir. Bilica-Lugano ikilisinin devamı artık Topuz'un elinde. Daum'u zorlu kararlar bekliyor cidden.

Maçın bir ilginç istatistiği ise F.Bahçe'nin bu maçtaki ve bu sezonki anlayışını da ortaya koyuyor aslında. Bursa takımının en az koşan oyuncu ile F.Bahçe takımının en çok koşanı neredeyse aynı değerde. Toplamda Bursa takımı 12 km daha fazla yol katetmiş (96km-84km). Topun koşması oyuncunun koşmasından daha efektif olduğu aşikar. Oyuncular bu istatistiği topu kazanmak için ve doğru noktada olmak için harcamalılar. Kalanı topu bilenler işi zaten ki öyle oldu.

Kazım için sezon başından beri yazdıklarımızın altına 'denden' koyarak devam ediyoruz.

Sir Alex ise varlık sebebini bu maçla bir kez daha anlatmış oldu (Alex maçta F.Bahçe'nin en çok yol kateden 5. oyuncusuydu!). 1 sezon daha oynadıktan sonra Brezilya'ya dönecek olan Alex için şimdiden özlem duyabiliriz. Ülke Hagi ve Schumacher dahil böyle yetenekli bir oyuncu görmedi.

Fenerbahçe için umutlarım artıyor. Her geçen gün takım savunması kuvvetleniyor. Bu Avrupa maçları için özellikle çok kıymetli. Rakibe pozisyon vermemek çok önemli (Bursa ilk pozisyonunu 90+3'de buldu ki pozisyon denirse ona)

Hakemi eleştirme işin Erman Hoca'ya bırakalım ve O'nun özlü sözlerini dinleyelim.
MAÇIN ADAMI: Tabi ki Alex de Souza

MAÇIN POZİSYONU: Guiza'nın Kazım'ın önüne bırkmayıp bencillik yaptığı an.

MAÇIN HATASI: F.Bahçe'li oyuncuların kızgınlıklarına gem vuramamaları

MAÇIN ŞUTU: Alex'in sağ ayakla yaptığı gol vuruşu.

MAÇIN HAKEM HATASI: Lugano'ya gösterdiği ilk sarı kart ve ardından gösteremediği ikinci sarı kart.

  © Blogger templates 'Neuronic' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP